Şizofreni hastaları iç dünyalarını anlattı
Şizofreni hastalarını ve yakınlarını yaşama davet etmek ve toplumdaki önyargıları ortadan kaldırmak için, Şizofreni Dernekleri Federasyonu ve Bilim İlaç’ın katkılarıyla düzenlenen öykü yarışmasında ödüller sahiplerini buldu. Yarışmaya Türkiye genelinde 50 şizofreni hastası katılmıştı.
"Ateşin Düştüğü Yerden Öyküler, Sesler, Yüzler" isimli yarışmanın jüri üyeleri, yazar Mario Levi, tiyatro sanatçıları Payidar Tüfekçioğlu ve Tuncel Kurtiz, Şizofreni Dernekleri Federasyonu Başkanı Psikiyatr Doç. Dr.Haldun Soygür, Bilim İlaç Genel Müdürü Dr. Erhan Baş ve Yapı Kredi Yayınları Editörü Murat Yalçın, zorlu bir seçim sürecinden sonra sonuçları belirledi. Şizofreni hastalarının sessiz dünyalarının sanatla buluştuğu etkinlikte "Anton Usta" isimli öyküsüyle birinci olan Hüseyin Avni Cinozoğlu 2.500 TL, "Akıl Hastanesi’nde Kuduz Paniği" isimli öyküsüyle ikinci olan Okay Uludokumacı 1.500 TL ve "Piyanist Olma Hayali" isimli öyküsüyle üçüncü olan Yümehan Celiloğlu 1.000 TL para ödülünün sahibi oldular. İlk üçe giren yarışmacılar aynı zamanda Mario Levi Yazı Atölyesi’nden bir sezonluk eğitim hakkı kazandılar. Seçilen öykülerin kitaplaştırılacağı yarışmanın finalinde, birincilik ödülünü alan "Anton Usta" isimli öykü ise İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesi Tiyatro Kulübü öğrencileri tarafından sahnelenecek. Yapılan çalışmalardan elde edilecek olan bütün gelir Şizofreni Dernekleri Federasyonu’na bağışlanacak.
Ödüllerin sahiplerini bulduğu ve kazananların açıklandığı yarışmanın finali ile ilgili olarak konuşan Şizofreni Dernekleri Federasyonu Başkanı Psikiyatr Doç. Dr Haldun Soygür, "20 yıllık hekimlik hayatımda bu kadar heyecanlandığımı hatırlamıyorum. Kazananları belirlerken çok değerli eserler okuduk, hepsinin ayrı bir hikáyesi vardı. Neden öykü yarışması? Çünkü insanın insanı anlamasında dil çok önemli. Dilin malzemesi de sözcükler. Bu yarışmayla şizofreni hastaları kendi iç dünyalarını sözcüklerle buluşturarak, toplumun göremediklerini sanatla anlatmaya çalıştılar. Ruh hekimliği hayatımda sayısız hastayla görüştüm. Bazen bir cümle ya da kelime beni manevi yönden çok etkiledi. Bu öyküleri okumak da benim için bir kazanç oldu. Böyle değerli bir sosyal sorumluluk projesine kayıtsız destek veren Bilim İlaç’a teşekkür ediyorum" diye konuştu.
’Hayata bir davetiye’
İlk üçe giren yarışmacıların öyküleri slayt gösterisi eşliğinde açıklanırken, Bilim İlaç Genel Müdürü Dr. Erhan Baş bu sanat etkinliğiyle şizofreni hastaları ve yakınlarına karşı olan önyargının da kalkacağının altını çizdi. Baş, "Bu proje bir davetiye. Hasta ve yakınını yaşama davet ediyoruz. Sağlık sektöründe hizmet veren bir kurum olarak desteklediğimiz öykü yarışmasının edebiyatımıza çok değerli isimler kazandıracağına inanıyoruz" dedi. Birbirinden değerli öykülerin katıldığı bu organizasyonun bir yarışma olarak değil, sanatsal bir aktivite olarak görülmesi gerektiğini belirten Yapı Kredi Yayınları editörü Murat Yalçın, yazmanın kimine göre iyileşmek, kimine göre iyileşmekten vazgeçmek olduğunu belirtirken, bu etkinliğe akıl ve gönül koyanlara teşekkür etti. "Anton Usta" isimli öyküsüyle birincilik ödülünü kazanan Hüseyin Avni Cinozoğlu, plaketini yazar Mario Levi’nin elinden alırken, "Bu ödül edebiyat alanında aldığım Oscar’dır" diyerek sevincini paylaştı.
1. ANTON USTA
HÜSEYİN AVNİ CİNOZOĞLU
Benim zamanımda ermişlerin hayat hikâyelerine inanan pek az insan kalmıştı. Ama ben mucizeye inanıyordum. Eğer hayatınızda büyük bir uçuruma düşmemiş, hayatla ölüm arasındaki o kıldan ince kılıçtan keskin köprüden geçmemişseniz, mucizeye inanmanız konusunda sizleri ikna edemem. Bazen hayat aykırılıkları da barındırıyordu. Bir tapınak inşa eden Anton Usta dindar bir insan değildi işittiğim kadarıyla… Onun eğlence ve musikiden hoşlandığını, üstelik mey ve işret konulu gazeller yazdığı söyleniyordu. Yıllar sonra tapınaktaki gizli bölmede ince bir hat yazısıyla yazılı Anton Usta’nın şiir defterini buldum. Çok şaşırdım, şiirlerde de mimarîdeki gibi bir ALTIN ÖLÇÜ söz konusuydu. Kelimeleri sanki bir mermer gibi yontmuş, yumuşatmış. Bazen bir sözü açık, bazen de gizli söylemiş. Bazen sözü güzelleştirmiş, bazen bir sözü önceye, bazen sonraya bırakmış. Bazen bir sözü kısaltmış, bazen uzatmış, bazen de kinaye ile geçiştirmiş. Şiirinde gizli bir ışık vardı ama bu ışık görünmüyor, varlıkların, nesnelerin görünmesine yardımcı oluyordu o kadar… Yıllar sonra hapishaneden çıktığımda resim yapmayı kafama koymuşken, Anton Usta’nın divanını okuduktan sonra resim yapmak yerine şiir yazmaya başlamıştım kentin kuzey tarafından şehrin yaslandığı tepedeki kulübemde geçirdiğim münzevi yıllarımda. Kavram, nesneler ve dünya kelimelerle kuruluyordu. Bu bakımdan kelimeler daha çekiciydi. Kelimeler olmasaydı dünya ve kavramlar da olmayacaktı.
Ama muammamı kimseye açıklamayacaktım. Yalnız hayata çok bağlı, haz düşkünü ilk gençlik yıllarım, daha sonra süren on yıllık zindan hayatı, sanki benim için öngörülen bir hayat kurgusuydu. Siz isterseniz mistik, gizemli şeyler olarak nitelendirin bunu… Uzun çile yıllarımda bir simyacı gibi hayal dünyamı zenginleştirip, eğitmiştim. Nadir bir sarraf gibi hazinemin kıymetini yalnız usta sarraflar anlayabiliyordu.
Bu, kelimelerle yükselttiğim nadir bir dünya, benzersiz bir âlemdi ve ben bu âlemi bir harabede bulmuştum.
Bir de alnımdaki kızgın demirin bıraktığı iz hâlâ duruyor. Buna aldırmıyorum. Bu iz, görenlerde Mecidili Meryem’e, İsa’nın duyduğu merhameti hatırlatır belki…
Beni yargılayanları sorarsanız, zaman onları bir unutuş çölüne bıraktı…
2. AKIL HASTANESİNDE KUDUZ PANİĞİ
OKAY ULUDOKUMACI
Ortadoğu ve Balkanların sayılı akıl hastanelerinin birinde büyük bir çam korusu ve bu koruyu mesken bellemiş çok sayıda azgın köpek vardı. Hastanenin bir ucundaki poliklinikten diğer ucundaki rehabilitasyon merkezine gitmek için, köpeklerin çişleriyle “burası bizim” diye işaretlediği bölgeden yayan veya ring ile geçmek gerekiyordu.
Bir gün, hastanenin diğer ucundaki polikliniklerden bir diğer ucundaki rehabilitasyon merkezine yayan gitmek isteyen, durumu nispeten iyi hastalara korudaki azgın köpekler yol keserek saldırdı. Havlamalar ve köpeklerin hırlayıp diş göstermesi karşısında korkup kaçmaya çalışan gruptan bir hastayı, köpeklerden biri ısırdı.
Başhekimlik, olayı belediyeye bildirdi, fakat belediye “dostlar alışverişte görsün” diyerek büyük çam korusuna kokusundan köpekler tarafından tanınan bir “veteriner ekip” gönderdi. Köpekler birkaç dakikada bölgeye dağılıp izlerini kaybettirdiler. Hastane yönetimi de olayı daha fazla büyütmek istemeyip, ısırılan hastayı kendi imkanlarıyla tedaviye başladı. Ama hasta tedavisi bitmeden koruda sırra kadem bastı.
Gel zaman git zaman, koruyu yürüyerek geçip rehabilitasyon merkezinden polikliniğe gitmek isteyen, ringi beklemeyen birkaç hemşire de aynı akıbete uğradı. Hemşireler, kuduz olma ihtimali yüksek olan kayıp hasta tarafından ayak bileğinden ısırıldı.
Korunun içinden geçmek isterken artık oranın sakini olan kuduz hemşirelerce ısırılan doktorlar ise aşı olup sağlığına kavuştuktan bir süre sonra, belediye yetkilileri hakkında görevi ihmal suçundan dava açtılar. Taraflar, Avrupa Birliği uyum yasalarına göre şu cezaya çarptırıldı:
GEREĞİ DÜŞÜNÜLDÜ:
Belediye görevlilerinin; beraatine
Köpeklere; itin iti ısırmayacağı gerekçesiyle birbirinin kıçını koklama cezası verilmesine
Hastalara; köpeklerin birbirini ısırdığını görmelerinden ötürü, birbirini ısırma cezası verilmesine
Hemşirelere; Kemalettin Tuğcu ve Ömer Seyfettin’in bütün eserlerini okuma cezası verilmesine
Davacı doktorlara; pastırma , çemen veya turşu yedirip, ağaç diplerine siğdirterek ve kokuyla köpekleri bölgeden uzaklaştırma cezası verildi. Suç; küçük 50 kuruş, büyük 1 lira olmak üzere “para” cezasına çevrildi.
3. PİYANİST OLMA HAYALİ
YÜMEHAN CELİLOĞLU
Lisedeydim; evde, üniversite sınavlarına hazırlanıyordum. Bir gün, evde gazeteleri karıştırırken bir haber takıldı gözlerime yarısı yırtık bir gazetenin kültür sanat ekinde. Bir piyanistle ilgili… O zaman pek meşhur olmayan ama gazetenin dip not düştüğü ve “bir gün herkesi kendisine hayran bırakacak o piyanist” diye yazan o haberi baştan aşağı okudum. Hayalim diyorum işte bu! Ben o piyanistim ya da o piyanist ben olacağım. Ruhumun en derin yanılgısı kopuveriyor düşlerimden, ayaküstü düşüyorum. Gök mavilikleri deniz sularına karışıp yok oluyor, ölüyor bütün sessizlikler. Çığlıklar boğuluyor kan gölü sokaklarda. Etrafımda, örülmüş bir duvarın kıyı boyunca uzanan şeridi, bedbaht akıbetim, sulak bir bataktan çırpınışlarla kurtulmaya çalışırken, içerde öfkemsi bir renk büyüyor yaşama karşı. Bakış donup kalıyor ve ben kimseden yardım beklemiyorum artık. İçimde onarılmaz bir yara açılıyor. Derin anlamlı kelimeler, kafamı parçalarcasına eşeliyor, kök hücrelerime bir bir dokunuyor ve beni ruhumun en tutsak yerinden yakalayıveriyor. Derken cebelleşen dürtüler beynimin içinde zonkluyor ve gece karanlıkla beraber üstüme çullanıyor. Bir denklem bin soruda karşıma çıkıyor ve ucuz bir tablo oluyor piyanistin piyanosunun başında verdiği poz. Öylece dona kalıyor beynimin seyir defterinde…
İşte kopuş diyor bana bedenim. Sen koptun diyor, ip koptu ve sen yere düştün. Artık oynayamazsın bu oyunu. Kalkıyorum ama sendeliyorum, haykırıyorum, çığlıklar atıyorum. Piyanomun bir bacağını kırıyorum ve artık dengede duramıyor. Öylece ağlaşıp kalıyoruz. Onu kırdıktan sonra bir daha çalmadım, çalamadım. Hangi yüzle bakabilirdim ki ona? Hangi ruh, hangi vicdanla? Onu incitişimi hangi bahane örtbas edebilirdi ki? Kendimi kaybedişim mi yoksa evren de kayboluşum mu? Tabi ki yoktu bir bahanesi. Dolabıma sakladım onu, kırık bacağını da yanına koyarak. Benim de buruk kalbim yanımda öylece vedalaştık…
Yazar:
Şeyda İpek BAYKAL