Tiranlar ve Alışanlar

Epiktetos'un anlatımıyla; bir insan üst bir mevkiyi tutuyorsa ya da öyle olmadığı halde öyle olduğuna inanıyorsa ve kendisine hiçkimse talimat veremiyorsa, bu insan kendini en ulu kişi görmeye hazırdır. Bir Tiran, 'Ben herkesten güçlüyüm' der. İyi ama benim için ne yapabilirsin? Bana hiçkimsenin engelleyemeyeceği bir arzu kazandırabilir misin? Nasıl yapabilirsin bunu?

Kusursuz bir sahiplenme ve elde etme gücün mü var? Bu gücü sana kim veriyor? Bir gemide yolculuk ettiğin sırada, kendine mi daha fazla güvenin olur yoksa geminin kaptanına mı? Bir arabada yol alırken, kendine mi güvenirsin yoksa arabacıya mı? Bütün diğer uğraşlar için de aynı yasa geçerli, değil mi? Öyleyse bu gücün neye dayanıyor? Bana herkes saygı gösteriyor. Ben ise her gün içinde yemek yediğim çanağa saygı gösteriyorum. Her gün özenle yıkayıp kuruluyorum. Üstelik aynı saygıyı şu mataraya da gösteriyorum, o kadar ki sırf onun için duvara bir raf bile çaktım. Bu durumda onlar benden üstün müdür? Hayır, benim bazı ihtiyaçlarımı karşıladıkları için onlara dikkat ediyor ve iyi bakıyorum. Söz gelimi katırımla da ilgilenmiyor muyum? Onun ayaklarını yıkamıyor muyum? Sırtını temizlemiyor muyum? Her insanın ancak kendisine gerçek saygı duyabileceğini, insanların sana gösterdiği saygının katırlarına gösterdikleri saygıyla aynı olduğunu görmüyor musun? Kim seni adam yerine koyuyor, bana söyle?

Epiktetos'un "Söylevler" kitabında tiranlar hakkında böylesine sürüp gider şiirsel sorgulama ve insanın tiranlara olan saygısını hayvansal güdülerle ve hayvanların birbirlerine güç odaklı duydukları saygıyla özdeşleştirir. Bizler ise İK profesyonelleri olarak iş ve sosyal yaşamımızda tiranlarla sıklıkla karşılaşmıyor muyuz? İşe alımdan Yetenek Yönetimi'ne tüm süreçlerimizde artık Titanlaşan Yönetici modelleriyle mücadele etmiyor muyuz? Çalışanımız korkutan veya rahatsız eden şey nedir? Tiranlaşan Yöneticiler ve onların birinci kuşak çemberlerinde oluşan kişiliklerini kaybederek geleceklerini bu Titanların güçlerine umutla bağlamış kişiliksiz çalışanlar değil mi? Bunları Epiktetos'un anlatımıyla Tiranlar ve Muhafızları'na benzetemez miyiz?

Kültürümüzün en zayıf taraflarından birisii insanımızın hep birilerinin adamı olmaya çalışmaları değil mi? Daha ilköğrenimden başlayarak çocuklarımızı daha iyi olarak tanımladığımız okullarda okutabilmek adına başladığımız adamını bulma alışkanlığımız, hastalandığımızda gittiğimiz hastanede tanıdık doktor arayışımıza, tapu dairesinde veya belediyede işlem yaptırırken tanıdık bir memur veya müdür bulma alışkanlığımıza kadar sürüp gider. Sosyal yaşamımızdan daha nice benzer örnekleri sıralayamaz mıyız? İdeallerimiz böyle olmaması gerektiğini ruhlarımıza fısıldıyor değil mi? Acaba en önemli şeyi, yani doğamız gereği özgür olan varlığımızın bizler kabullenmedikçe başkaları tarafından engellenebilmesinin mümkün olamayacağını kaçırmıyor muyuz? Çocuğumuzu daha iyi bir okula yerleştirememe, hastanede daha iyi bir doktora muayene olamama, belediyedeki veya bürokrasideki herhangi yasal hakkımızdan kaynaklanan bir işimizin uzamasından veya yerine getirilmemesi alternatiflerine bakış açımız, hayallerimizdeki işi bulabilme ve işe girebilme ile girdikten sonraki kaybetme korkularımız, Yüce Yaradan'ın doğumda çıplak bedenlerimizde eşit yarattığı biz insanların kendi ayaklarımıza zincir vurma sefilliğine düşmemiz değil midir ve tüm bunlar değil midir bizleri insanlıktan ve benliğimizden uzaklaştıran?

Tiranların ayaklarımıza vurdukları zincirleri sadece etimize ve kemiğimize vurabileceklerini, asla duygularımıza, düşüncelerimize ve her şeyden öte ruhlarımıza asla efendi olamayacakları gerçeğini ne zaman görebiliriz? İşte bu noktada, birçok kişinin asıl önemli olanı sorguladıklarını ve tiranların cebimize hükmetmelerini nasıl çözeceğiz dediklerini duyar gibi oluyorum. Bu düşüncelerinde de haksız sayılmazlar, hele de yaşadığımız coğrafyada ve de ekonomi ikliminde çalışan olarak hepimizi düşündüren aslında bu değil midir? Tiranlaşan Yöneticilere ruhlarımızı satmayalım, onların ayaklarımıza zincirler vurmalarına müsaade etmeyelim derken işimizden de olmaz mıyız? İşte bu noktada iş ve sosyal yaşamda sergileyeceğimiz tutum ve davranışlarımız bizlere geleceğimizi belirlemede yol gösterici olacaktır. Yüce Yaradan'ın bizlere verdiği en muhteşem hediye olan düşünme ve zeka boyutunda duygularımızı korkmadan yönlendirmeyi başarabilirsek, işte o zaman o tiranların da görsel olarak yaşamımızdan buharlaşarak uçup gidiverdiklerini görebiliriz. Aslında Tiran Yöneticileri yaratanlar da bir bakıma çalışanlar olarak bizler değil miyiz? Tiranlaşmış İşveren veya onun kendisini zincirlemesine izin vermiş ve tiran temsilcisi olan yöneticiler, çalışanlar, onlara bu tavizi vermedikçe, asıl iş kaybetme korkusuna onlar kapılmayacaklar mıdır? Hangi işveren kendisine gerçekten saygı duyan ve ruhen bağlanmış verimli çalışanları olmadan sermaye gücünü sürdürebilir ya da hangi yönetici benzer saygıyı yaratamadığı çalışanları ile işverenin koyduğu iş hedeflerini yakalayabilir?..
Konuya bizlere geçmişten miras kalan kültürel zenginliğimizde Yunus'ların, Hacı Bektaşı Veli'lerin, Hallac-ı Mansurların, Ömer Hayyam'ların ve de Mevlana'nın sabır ve felsefesi ile bakabilmeyi başarabilirsek belki bir iki işimizi kaybedebiliriz ama benliğimizi asla kaybetmeyiz. Profesyonel iş yaşamının sınırlarının ortadan kalktığı küresel ekonomide ise bugün sadece bazı uluslararası kurumsal şirketlerde önemsenen yönetici performans başarı faktörlerinin en önemlilerinden birisi kabul edilen personel devir oranlarından artık ülkemizde de yöneticilerin çekinmeleri gerektiği gerçeğinden yola çıkarak tiranlaşan yönetici modellerini yok edebiliriz. Bu noktada çalışanın yönetim süreçlerindeki en önemli destekçisi ise İK yöneticileri olacaktır.

Bazı meslekdaşlarımın bizim risklerimiz ne olacak fısıltılarını duyabiliyorum. Ama unutmamız gereken kendimize karşı duyduğumuz ve sabah aynaya baktığımızda duymamız gereken saygıyı kaybetmek mi yoksa acımasız sonuçla yüz yüze gelip işimizi kaybetmek mi? Hangisinin önemli olduğunu sizlere özgür iradeleriniz ve doğumda sizlere Yüce Yaradan tarafından sunulan bembeyaz ve tertemiz ruhlarınız söyleyecektir, ben veya bir başkası değil. Zaten bedensel ve ruhsal tercihler değil midir varlığımızı şekillendiren İK yöneticileri olarak işte bizim asıl sosyal sorumluluğumuz burada başlar, yoksa şirketlerin kurumsal imajını ya da bizlerin bireysel imajımızı parlatan, bilinen medyatik sosyal sorumluluk projeleri değildir bizleri onurlu iz bırakanlar saflarına dahil eden.

Eğer iş yaşamımızın işleyişini düzenlemeye işini kaybetme korku ve risklerine rağmen destek olmaya çalışan ve İK politikalarını bu etik platform üzerine oturtmaya çalışan meslekdaşlarım olmasaydı, İnsan Kaynakları mesleğimizin duayenleri ya da "Son Mohikanları" olarak iz bırakanlar arasına kimleri ilave edebilirdik? Mesleğimizde iz bırakmak aslında göründüğü kadar da zor değildir. Kendimizi ve ailemizi, yani bizlerin evimize aş götürmemizi bekleyenleri unutmamız ya da mesleki gurur ve onur üzerine hamasi edebiyatlarla sadece kendimizin değil sevdiklerimizin de yaşamını karartmamız değildir söylemek istediklerim.


Dalai Lama düşünselliğinde, yaklaşık en fazla yüz yıl kalabileceğimiz bu dünyadaki ziyaretçiler olarak, çocuklarımıza daha güzel ve onurlu bir gelecek bırakabilmek adına, İnsan Kaynakları süreçlerimizde yazılı ideallerden oluşan süreçleri iş yaşamının gerçekleriyle bütünselleştirirken belli riskleri gözardı etmeden politik gayretlerimizi bireysel kariyerimiz kadar çalışanlarımızın kariyerlerine odaklaştırabilirsek, işte o zaman emekli olup köşemize çekildiğimizde artık bizlerden bireysel dostluğumuz dışında hiç bir menfaat beklemeyen çalışanlarımızın zaman zaman bizim ismimizi yazdıkları gökkuşağından oluşan duygularını ve düşüncelerini gökyüzüne yerleştirdiklerini, bizleri zamanlı zamansız ılık bir imbat misali serinleten ya da ısıtan nefeslerinin rüzgarlarının estiğini hissedebiliriz. İşte o zaman Graham Green'in "Zor Tercih" romanındaki Sarah'ın yaşadığı ikilemleri de aşmış ve bu mesleği ikiz kulelerde lüks ofislerde oturmak, altına çekilen son model araçlarda evine gidip gelmek, bırakınız hizmetlerin en mükemmelini ve emeğinin karşılığını alın teriyle haklı olarak bizlerden bekleyen şirket çalışanlarını, kendi departmanındaki astlarını dahi birer böcek misali sadece kişisel kariyer hedefleri için yaldızlı su kapları misali kariyer maşrapalarına terlerini dolduracak birer araç olarak gördükleri Tiranlaşmış İnsan Kaynakları Yöneticileri olarak anılmaktan kurtulmuş oluruz. İşte asıl onurlu mesleğimizin ruhsal özgürlüğü bu değil midir? Mesleğimizin sorumluluklarını benliğimizi ve işimizi kaybetmeden ancak tutarlı İK politikalarıyla gerçekleştirebiliyorsak ve Platon'un idealar dünyasındaki gerçeklere dönüp, iş yaşamı mağarasının duvarlarındaki kariyer gölgelerinden değil, mağaranın dışındaki o muhteşem gerçeklik dünyasının insani duygulardan oluşan renk cümbüşünü yakalamaya koşabiliyorsak, Joseph Rudyard Kipling'in bizlerce bilinen çok anlamlı "If " şiirindeki sonuca benzetimle " İşte o zaman içindekilerle beraber bütün dünya bizim olur, hatta bundan daha da üstün biz bir İnsan Kaynakları Yöneticisi olmaktan çok öte "ÖNCE İNSAN" oluruz!

Yazar:
Kartal Tolga


Kaynak: Yenibiris.com
1214 kez okundu
Giriş
Üye değil misiniz? Altın Üye ya da Gümüş Üye olmak için tıklayınız.